




KONYA’ DA UNUTULAN BİR DEĞER; ŞEYHZADE AİLESİ 5
Merhabalar Kıymetli Okurlar.
Bazı mücbir sebeplerin yanı sıra, araştırma sürecinin beklenenden uzun sürmesi sebebiyle kısa bir ara vermek zorunda kaldığımız Şeyhzade ailesi yazı dizimize, 5. bölümüyle kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bu bölümde sizlere, ailenin önemli simalarından Muhammed Zeynelabidin Efendi’yi tanıtacağız.
Zeynelabidin Efendi, Seydişehir Çavuş köyünde medfun bulunan ve "Memiş Efendi" olarak da bilinen, dönemin önemli mutasavvıflarından Muhammed Kutsi Bozkirî’nin torunudur. Konya’da doğmuş, Medine’de vefat etmiş Nakşibendi Halidiye kolunun şeyhidir.
Sadece tasavvufî kimliğiyle değil, siyasi kişiliğiyle de öne çıkan Zeynelabidin Efendi, 1908 ve 1912 yıllarında iki dönem Konya mebusu olarak Meclis-i Mebusan’da görev almış; Konya siyasetinde etkili bir isimdir. Fırtınalı bir siyasi hayat geçirmiş Millî Mücadele yıllarında Konya’da patlak veren Delibaş İsyanı, onun ismiyle anılan en tartışmalı dönüm noktalarından biri olmuştur.
1920 yılında yaşanan, Konya'da büyük karışıklıklara neden olan Delibaş Mehmet önderliğinde yürütülen bu ayaklanma, kısa sürede bastırılmış olsa da etkileri uzun yıllar devam etmiştir. Zeynelabidin Efendi, bu isyanla ilişkilendirilmiş ve 1924 yılında yayımlanan “Yüzellilikler Listesi”ne dahil edilerek yurt dışına çıkarılmıştır.
Ancak Zeynelabidin Efendi’nin isyanla olan ilgisi ve sorumluluğu, hâlâ tartışmalı bir konudur. Zira birçok kaynağa göre, isyan sırasında kendisi Konya’da bile değildir. Hatta, isyanın elebaşı olan Delibaş Mehmet’in, olayların ardından İstanbul’da Zeynelabidin Efendi ile görüşmek istediği, fakat onun tarafından “Konya’yı kana buladığın yetmez mi?” sözleriyle sert bir şekilde azarlanarak geri çevrildiği aktarılmaktadır.
Ne var ki yaşananlar çoğunlukla tek taraflı anlatımlarla belgelenmiş, olayların arka planı yeterince sorgulanmamıştır. Özellikle, azınlık gruplarının ve onları finanse eden İngilizlerin isyanlar üzerindeki etkisi çoğu zaman göz ardı edilmiş; suçun büyük kısmı Zeynelabidin Efendi, çevresi ve nihayetinde Konyalılara yüklenmiştir. Bu durum, yalnızca Zeynelabidin Efendi'nin değil, aynı zamanda Konya’nın da tarihî belleğinde derin izler bırakmıştır.
İsyan öncesi, İngiliz Muhipleri Cemiyeti üyesi Sait Molla* ve İngiliz Papaz Frew’in** faaliyetleri dikkat çeker. Bu isimlerin öncülüğünde, İngiliz istihbaratının doğrudan desteğiyle yürütülen propaganda faaliyetleri, halkın padişaha bağlılık duygularını istismar etmeye yöneliktir. Ancak bu baglantı genelde gözden kaçırılmıştır.
İsyanla bağlantılı olarak adı geçen Ermeni Kirkor Şişmanyan, Dr. Markaryan, ve Rum doktor İpokrat gibi isimler de olayların gölgede bırakılmış figürlerindendir. Oysa bu şahısların hem isyancıların yönlendirilmesinde hem de lojistik destek sağlanmasında etkin rol oynamışlar, ne var ki tüm sorumluluk, Zeynelabidin Efendi ve taraftarlarının üzerine yıkılmıştır.
İsyan sırasında Konya’nın kana bulandığı, birçok masumun hayatını kaybettiği bilinir. Bunlardan biri de dönemin önemli isimlerinden Sivaslı Ali Kemal Efendi’dir. Onun isyancılar tarafından katledildiği herkesce bilinirken, sonrasında cesedine hakaretler yağdıranPurkar Artin adlı ermeni vatandaşın “Hey boynuzlu gidi, hadi halka nutuk et!” diyerek cesedi tekmelemesi ve bunun üzerine kürek cezası alması fazla bilinmez.
Yine aynı şekilde, isyan sonrasında şehirde soyulan ve yağmalanan 400’den fazla kişi ve 84 eve ait eşyaların önemli bir kısmının Rum ve Ermeni evlerinden çıkmış olması, resmi raporlarda kayıt altına alınmış olsa da bu detaylar da zamanla kamu hafızasından silinmiştir.
Zeynelabidin Efendi’nin kardeşi Rıfat Efendi’nin, Delibaş İsyanı’nın bastırıldığı ilk gün idam edildiği yaygın olarak bilinir. Ancak aynı süreçte, bu kararı veren Divan-ı Harb Mahkemesi'nin, 1 . Meclis’te Konya mebusları olan Kazım Hüsnü Efendi ve aynı zamanda Mevlevî postnişini de olan Abdülhalim Çelebi’yi bile kürek cezasına çarptırdığı fazla dile getirilmez. İdamlar ve verilen ağır cezalar, Meclis içinde ciddi tepkilere yol açmış; bazı mebusların hazırladığı takrir üzerine konu Meclis gündemine taşınmıştır. Yapılan görüşmeler neticesinde, mahkemenin intikam duygusuyla hareket ettiği yönünde kanaat oluşmuştur. Bu gerekçeyle, Divan-ı Harb Mahkemesi’nin verdiği kararların iptaline karar
verilmiştir. Hoş yerine kurulan İstiklal Mahkemesi’ nin bazı kararları da Divan-ı Harb Mahkemesini aratmamıştır ama ne var ki, Rıfat Efendi çoktan idam edilmiştir.
Bu olaylar neticesinde bir şehir, adeta Millî Mücadele karşıtıymış gibi damgalanmıştır. Oysa o Konya, işgaller karşısında susmamış, yalnızca 1919–1920 yılları arasında Eylül 1919, 8-11-13 Ocak 1920 ve Mart 1920 tarihlerinde beş kez büyük miting düzenlemiştir. Üstelik, yalnızca kadınlar tarafından organize edilen ilk protesto mitingi de yine Konya’da gerçekleştirilmiştir ki bu, dönemin Anadolu’sunda emsalsiz bir örnektir.
Zeynelabidin Efendi hakkında yapılan yorumlar ve yayılan rivayetler, yalnızca bir şahsı değil, dönemin zihinsel iklimini ve siyasi hesaplarını da ele verir niteliktedir. Özellikle Orgeneral Fahrettin Altay’ın anılarını topladığı, son baskısı İş Bankası Yayınları’ndan çıkan "On Yıl Savaş ve Sonrası" adlı eserinin 175. sayfasında yer alan şu anlatım dikkat çekicidir:
“Zeynelabidin Hoca, rivayete göre cübbesinin altında taşıdığı küçük elektrik el feneriyle Bozkır dağlarında dolaşırken ayaklarının önünü aydınlatırmış. Cahil köylüler ise bu ışığı görünce onun nur saçtığını zannederlermiş.”
Bu tür satırlar, konuyu yüzeyden okuyacak biri için Zeynelabidin Efendi’yi kolayca, dönemin bolca görülen "sahte hocalarından" biriymiş gibi algılatabilir. Ancak mesele bu kadar basit değildir. Bu noktada doğrudan Altay’ı suçlamak kolaycılığa kaçmak olur. Çünkü kendisi ne Konyalıdır, ne Bozkır’ın dağlarını görmüştür ne de Zeynelabidin Efendi'yi doğrudan tanımaktadır. Öyleyse bu bilgi ona kimden veya kimlerden gitmiştir?
Fahrettin Altay, Konya’da görev yaptığı sırada çevresinden aldığı bilgilerle Ankara’ya ve bizzat Mustafa Kemal Paşa’ya raporlar sunmuştur. Bu bağlamda, ona aktarılan rivayetlerin siyasi bağlamı göz ardı edilmemelidir. Çünkü o yıllarda yalnızca silahlı mücadele değil, aynı zamanda fikirler ve şahsiyetler üzerinden de bir mücadele yürütülmektedir.
Nitekim bu iddiaların ne kadar temelsiz olduğunu, Zeynelabidin Efendi'nin 1912 seçimlerinde İttihat ve Terakki’nin tüm baskılarına rağmen, Konya merkezde 64 seçmenden sadece 4’ünün oy kullanmadığı ve kalan 60 oyun tamamını alarak mebus seçildiği bilgisi açıkça ortaya koyar. Bu, sıradan bir halk desteği değil; güçlü bir meşruiyetin ifadesidir.
O dönemde yaşananlar yalnızca bireysel kıskançlıklar değil, aynı zamanda devlet kademesinde yürüyen siyasi hesaplaşmaların da bir parçasıdır. 24 Ekim 1336 (1920) tarihli TBMM gizli celsesi zabıtlarında, bazı Konya mebuslarının Zeynelabidin Efendi hakkında söyledikleri şu ifadeler dikkat çekicidir:
“Suçun ekserisi Abidin ve çevresine aittir. Fahrettin Altay Paşa'nın bu kişilere yersiz merhamet göstermesi kabul edilemez. Ailenin kökünden söndürülmesi gerekir.”
Bu ifadeler, konunun salt güvenlik ya da isyan meselesi değil, aynı zamanda siyasal bir hesaplaşma süreci olduğuna da işaret etmektedir. Zeynelabidin Efendi'nin elektrikli el feneri taşıdığı ve köylülerin buna “nur” dediği yönündeki hikâye, ilk bakışta masum bir anekdot gibi görünse de, aslında bir algı yönetimi aracıdır. Bugün bile hala internette Zeynelabidin Efendi hakkında araştırma yapsanız bu satırlar karşınıza çokça çıkacaktır.
Tüm bu etkenler bir araya getirildiğinde, Delibaş isyanını yalnızca "hilafet yanlılarının Millî Mücadele aleyhinde çıkardığı bir kalkışma" olarak nitelendirmek, meseleyi fazlasıyla dar bir çerçeveden değerlendirmek ve yaşananları basitleştirmek olur.
İşte bu sebeple – ve açık konuşmak gerekirse, vaktimin darlığı ve başka işlerimin yoğunluğu sebebiyle pek de niyetli olmadan – kendimi Zeynelabidin Efendi ve Delibaş Olayı hakkında bir yazı kaleme alırken buldum. Fakat konuya daldıkça gördüm ki, bu mesele sadece bir “isyancı” ya da bir “şeyh” etrafında dönen bir hadise değil; siyasi çekişmelerin, algı yönetiminin iç içe geçtiği, hâlâ tam olarak anlaşılamamış bir dönem kırılma noktasıdır.
Yazı biraz uzun oldu, bu yüzden böyle uzunca bir giriş de yazmak icap etti. Yazımda kullandığım kaynakların büyük bölümü aslında Türk Tarih Kurumu ve Atatürk Araştırma Merkezi gibi kurumların yıllar önce yayımladığı resmî ve akademik yayınlara dayanıyor. Ancak ne yazık ki bu kaynaklar ne doğru düzgün okunmuş, ne de yeterince yazıya dökülmüş.
Sonuçta hafızalarda yalnızca, “İsyancı Zeynelabidin” ve ona destek veren “Cahil Konyalılar” kalmış.
Haber Yazılımı: CM Bilişim